Namaz Vakitleri
Görüntülenen Şehir:   Loading
Puan Durumu Loading
Gazeteler
  • Akşam Gazetesi
  • Bir Gün Gazetesi
  • Bugün Gazetesi
  • Cumhuriyet Gazetesi
  • Dünya Gazetesi
  • Fanatik Gazetesi
  • Fotomaç Gazetesi
  • Güneş Gazetesi
  • Haber Türk Gazetesi
  • Hürriyet Gazetesi
  • Millî Gazete
  • Milliyet Gazetesi
  • Posta Gazetesi
  • Radikal Gazetesi
  • Sabah Gazetesi
  • Sözcü Gazetesi
  • Star Gazetesi
  • Takvim Gazetesi
  • Taraf Gazetesi
  • Türkiye Gazetesi
  • Vatan Gazetesi
  • Yeni Akit Gazetesi
  • Yeni Asta Gazetesi
  • Yeni Şafak Gazetesi
  • Zaman Gazetesi

“EDEP, YÂ HU!”

Bu haber 609 kere okunmuş. 28/09/2022

Çağımızın hastalıklarından bahseden bir yazı okuyorum. Bu hastalıklar altı başlık altında toplanmış: Akıl Yoksunluğu, Empati Yoksunluğu, Cehalet, Açgözlülük, Aşırı Ego ve Vicdan Eksikliği. Yazı kısa ve pek aydınlatıcı bir bilgi de yok. Düşünüyorum. Çevremizde böylelerinden ne kadar çok olduğunu hayretle fark ediyorum. Onlar her yerde. Oturduğumuz kafede, iş yerimizde, ailemizde, arkadaş çevremizde, yemek yediğimiz restoranda, trafikte, banka kuyruğunda, spor salonunda, sokağımızda… Bazıları ise o kadar yakınımızda ki herhangi bir sürtüşme yaşanıncaya kadar farkında bile olmuyoruz. Ancak karşımıza geçtiklerinde takke düşüp kel görünüyor ve biz daha önce ne kadar kör olduğumuzun şokunu yaşarken, onlar o anki şaşkınlığımızdan faydalanıp daha fazla üzerimize gelmenin tadını çıkarıyor. Daha sonra da biz kalp kırıklığımızla yüzleşirken, onlar arkalarını dönüp gidiyor ve sanki hiçbir şey olmamış gibi gülüp eğlenmeye devam edebiliyor. İyi de, nasıl? Tesla’nın biyografisinde geçen bir sözü geliyor aklıma: “İnsanların çoğu dış dünyayla ilgili düşüncelere kendilerini öylesine kaptırırlar ki kendi içlerinde nelerin öldüğünden habersizlerdir.” Düşünüyorum. Kendini dış dünyayla ilgili düşüncelere kaptırmak, bir anlamda maneviyattan uzaklaşmak demektir. Bu uzaklaşmanın sonucunda manevi değerler zaman içinde körleşir, sağırlaşır… Hayır, hayır, tam tersi olmalı! Dünya telaşına kendini haddinden fazla kaptıran biri zamanla kalbinin sesini duyamayacak kadar sağırlaşır, insanlara ettiği zulmü göremeyecek kadar körleşir, sonuçta vicdanı ona seslenemez olur ve kişi başkalarını üzmekten dolayı herhangi bir suçluluk duygusu hissetmemeye başlar. Kısacası, kendisinden başkası umurunda bile olmaz. Evet, evet, sanırım çözümlemede doğru bir yol tutturabildim, ama biraz daha yardıma ve onaylanmaya ihtiyacım var. Onaylanma demişken; birdenbire aklıma Mark Twain geliyor. Twain’in İnsan Nedir adlı tek felsefi kitabını çevirirken beni epey ikilemde bırakan, hatta çeviriye ara verdirip üzerinde düşündüren bir iddiası vardı: İnsanlar her şeyi sadece başkalarının onayını almak için yapar ve menfaatleri olmadığı takdirde hiçbir şey yapmazlar. Sahiden, hep “Aferin!” alabilmek için mi yapıyoruz her şeyi? Sırtımız sıvazlansın, takdir görelim diye mi? Bu tutum insanı aşırı egolu, kibirli, şımarık birine dönüştürmez mi? Haydi, eğri oturup doğru konuşalım; pohpohlanmayı hepimiz severiz. Fakat öyle sanıyorum ki aşırı ego, kibir ve şımarıklık etrafımızda bizi pohpohlayanların sayısıyla doğru orantılı bir yapıda gelişiyor ve aşırıya kaçtığı durumlarda kişi zamanla iyice çığırından çıkıp kendini dev aynasında gören, her şeyi yapmaya hakkı olduğunu düşünen edep yoksunu birine dönüşüyor. Öznel, yani bir anlamda benmerkezci birine… Schopenhauer hemen imdadıma yetişiyor. Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar kitabını hemen elime alıp sayfaları hızla karıştırıyorum. Neyi aradığımı ve nerede bulacağımı biliyorum. Evet, buldum, işte burada: “Dünyada yolumuzu bulmak için yanımızda bol miktarda dikkat ve hoşgörü de bulundurmalıdır. İlki insanı zararlara ve kayıplara, ikincisi de kavga ve dövüşlere karşı korur. İnsan, yaşamında cansız varlıklar yoluyla öğrendiği sabrı aynı zamanda insanlara aktarmayı da öğrenir, bu yüzden insanların davranışlarına hiddetlenmek, yolumuza yuvarlanan bir taşa kızmak kadar budalacadır.” Ne kadar doğru söylemiş Schopenhauer. Bunun üzerinde biraz kafa yoruyor ve bu budalalığın nereden kaynaklandığını anlamaya çalışıyorum. Tüm yollar aynı kapıya çıkıyor: Benmerkezcilik. Elimdeki kitabı okumaya devam ediyorum. “Herkes başkasını kendisi oranında görebilir,” diyor Schopenhauer ve şöyle devam ediyor, “yani herkesi ancak kendi zekâ seviyesi kadar algılayabilir, seviyesinin üzerinde olanı göremez.” Peki, bu akıl yoksunluğunu açıklıyor mu? Sanki çok yüzeysel bir tanımlama olurmuş gibi geliyor bana. Bir yerlerde mutlaka daha derin, daha tatmin edici bir açıklama olmalı. Okumaya devam ediyorum: “Kişi düşük zekâ seviyesine sahipse karşısındakinin tüm zihinsel yetenekleri onun üzerinde etkisiz olacaktır. Karşısındaki kişide kendisininkine denk taraflarından; yani tüm zayıflıklarından, yaratılış ve karakter kusurlarından başka bir şey algılamayacaktır.” Galiba şimdi bir yere geliyoruz. Bu, bir diğer deyişle cehalettir. Aynı zamanda, “Kişi, kendinden bilir işi,” sözünün de açıklamasıdır. Hani ne yaparsanız yapın cahile bir türlü laf anlatamazsınız ya, işte tam da bu durumu tarif ediyor. Siz ne yaparsanız yapın, ne söylerseniz söyleyin; o sizi dinlemeyecek ve her şeyi kendi kapasitesi ve niyeti dahilinde değerlendirirken bir yandan da sizi aşağılamayı ihmal etmeyecektir. Size kendinizi müdafaa şansı bile tanımayacak, kestirip atacaktır. İddiasının arkasında inatla duracak, siz pes edinceye veya bir tepki vermekten vazgeçinceye kadar kavgasını sürdürecek, bu arada size iftira atmaya ve hakaret etmeye devam edecektir. Neyse, bakalım Schopenhauer devamında neler diyor: “Çoğu insan o kadar benmerkezcidir ki, gerçekte kendilerinden başka bir şeyle ilgilenmezler. Siz ne anlatırsanız anlatın, çıkarları veya kibirleri karşı çıktığı zaman onlar açısından tüm gerekçeler geçersiz hâle gelir. Onlar zavallı kibirlerini incitecek veya o çok kıymetli benliklerine bir şekilde zarar verebilecek her şeye karşı son derece duyarlıyken, siz ağzınızla kuş tutsanız, yaranmanız mümkün değildir.” Hah, işte en sonunda onayımı alıyorum. Anıları deşiyor, böyle insanlarla yaşadığım acı tecrübeleri bulup çıkarıyor ve önüme koyuyorum. Schopenhauer’a hak vermemek ne mümkün. Çağın hastalığına sahip olanlarla edindiğim tecrübeler bana tüm iddialarının ne kadar doğru olduğunu ispatlıyor: Kibirlidir onlar. Tüm insanların üzerinde görürler kendilerini. Adeta dünya ve üzerinde yaşayan tüm canlılar onlara hizmet etmek için yaratılmıştır. Ekonomik olarak kendilerinden aşağı seviyede olan hiç kimse saygıyı da, ilgiyi de, sevgiyi de hak etmez. Güce tapar onlar, yüzlerine dalkavukluk maskelerini takıp güç kimdeyse onun peşinden koşarlar ve geride kalanları ayaklarının altında ezmekten kaçınmazlar. Ne de olsa ezilmeyi hak etmiştir onlar. Bunun sebebi, oyunu onların kurallarına göre oynamayı reddetmeleri veya buna güçlerinin yetmemesidir. Büyük bir günahtır bu, en ağır şekilde cezalandırılmayı hak etmektir. İnsanları kullanmayı severler. Hele de hizmet karşılığı ücret ödediklerini… Sırf para ödüyorlar diye canları çıkana kadar kullanırlar. Hiç acımazlar. Çünkü onlar için hizmeti sunan kişi bir insan değildir. Para karşılığı satın aldıkları bir meta veya bir köledir. Kibir, vicdanın sesini susturmuştur. Kişi dünya nimetlerine düşkünleştikçe açgözlü birine dönüşür, ona artık hiçbir şey yeterli gelmez. Hep daha iyisini, hep daha fazlasını, hep daha büyüğünü arzular ve istediğini elde etmek için çabalarken artık onun için her yol mubahtır. Giderek ahlaki değerlerini de bir bir kaybetmeye başlar. İç dünyası ihmale uğradıkça anlayışsızlaşır, hiddetinin zehrini akıttıkça acımasızlaşır, yaptıkları yanına kâr kaldıkça daha fazla hiddet kusma cesaretini taşır. Artık kalbi kararmıştır. Tapındığı şey kadardır tüm kıymeti. Bedelini ödeyerek satın alabileceğiniz bir eşyadan ibarettir. Etrafındaki herkesi köle gibi görmesi de bundandır ve onun gözünde herkesin bir bedeli vardır. Pek de haksız sayılmazdır aslında. Etrafında bunun mümkün olabileceğini ona ispatlayan o kadar çok menfaatçi ve dalkavuk vardır ki. Yine de tüm bunlar akıl yoksunluğunu pek açıklamıyor sanki. Başka bir kaynağa ihtiyacım var. Belki zamanda biraz daha geriye gitmem gerek. Kitaplığıma bakarken gözüme İmam Gazali’nin eseri takılıyor. Hemen üçüncü cildi elime alıp sorumun cevabını aramaya koyuluyorum. Kısa bir süre sonra, İmam Gazali Hazretleri bana akıl yoksunluğunu anlatmaya başlıyor: “Akıl bir avcı gibidir. Şehveti atı, gazabı ise av köpeği gibidir. Avcı işinin erbabı, atı emre itaatkâr, köpeği de eğitimli olursa avcı avını yakalar. Fakat avcı acemi, atı serkeş, köpeği de avdan habersiz olursa o avcı helâke hak kazanır. Avcının beceriksizliği, kişinin cehaleti ve dirayetsizliği gibidir. Atın serkeşliği şehvetin galeyana gelmesi gibidir. Köpeğin sağa sola lüzumsuz saldırışları, gazabın taşkınlığı ve kişiyi kuşatması gibidir.” Demek, sağa sola adeta kuduz bir köpek gibi saldıranlar, gerçekte tehlike anlarında kendilerini müdafaa etmelerine yarayan gazabı iyi terbiye edemedikleri için taşkınca ortaya çıkmasına sebep olan kişiler. Demek, bu kişiler gazaplarının kölesi haline gelmişler ve diğer insanlardan da kendilerine kölelik etmelerini talep etmekteler… Edep Yâ Hu! Cehalet ve dirayetsizlik yüzünden dizginleri şehvani isteklerine teslim etmek, şehvetlerini kontrol altına almamalarının doğal bir sonucu olarak karşıma çıkıyor ve ben ister istemez içimden, İşte tam bir akıl yoksunluğu, diye geçiriyorum. Şiddetten, nefretten, hiddetten beslenen insanlar her fırsatta zehirlerini saçmaktan çekinmezler. Öyle değilmiş gibi sahte bir görüntü çizseler de gerçekte onların hükmü altına girmekten başka bir seçenek sunmazlar size. Karşılarındakiler –eğer yürek yememişlerse- ya ekonomik kaygılardan, ya saygıdan, ya korkudan, ya da edeplerinden karşılık vermemeyi tercih ederler. “Edepli edebinden susar, edepsiz, ben susturdum, sanır.” Birdenbire Nietzsche’nin Güç İstenci adlı eserindeki ilginç bir söylemi düşüyor aklıma: “Beni yakından ilgilendiren insanların ıstıraba, terk edilmişliğe, hastalığa, kötü muameleye, onur kırıcı davranışlara maruz kalmalarını diliyorum. Umarım ki yürekleri sarsan bir kendini küçük görmeye, kendine güvensizliğin eziyetini çekmeye, hüsrana uğramışlığın perişanlığına yabancı kalmasınlar. Onlara acımıyorum, çünkü aslında ben onlar için bugün insanların hiçbir şeye değmeyeceğini ve her şeye katlanabileceğini kesinlikle kanıtlayacak olan tek şeyi diliyorum.”İlk bakışta kulağa kötü bir dilekmiş gibi gelse de aslında Nietzsche-vari bir iyi niyetli temenni. Sonuçta bizi öldürmeyen şey güçlendirir, öyle değil mi. Ben yine de hepimiz için daha olumlu bir dilekte bulunmak istiyorum: Allah kimseyi kibirli zenginlerle, pohpohlanmış vicdansızlarla, kendini herkesten üstün gören şımarıklarla, cahil cühelâyla ve güce tapan zalimlerle muhatap etmesin.

Zalimin zulmü varsa, benim de kalemim var.

SİBEL ATAM

YAZAR VE ÇEVİRMEN

YorumlarBu habere hiç yorum yapılmamış     'İLK YORUMU SEN YAP'

Adınız Soyadınız:

E-Postanız:

Yorumunuz:

6 + 4 = ?